Burada mıyım?

“Burada mıyım?”, diye sordum kendi kendime. Karşımda çırılçıplak kalmış, öylece uzanıyordu. Tüm şehvetini buğulu gözlerin ardına saklamış bakıyordu tüm pişmanlığıyla. Tüm masumluğuyla karşımdaydı işte. Aylardır, yıllardır beklediğim de buydu. Hava gitgide ağırlaşıyor, nefes alınmaz hale geliyordu. Bir kaç saat önce geldiğim karanlık ve soğuğun hüküm sürüdüğü sokağa bakan cumbalı evlerin soba ile ısınmaya çalışan küçük odalı evlerin pencerelerinde asılı duran kalın perdeler sıkı sıkıya kapatılmıştı. Ne bir ışık, ne de sobanın küllenmeye başlamış ateşinin cılızlaşan sıcağı geceyi delemiyordu.


Yine böyle bir gecenin kör saatinde buradaydım. Yine dar geliyordu elbiselerim ve yine susuyordum tıpkı geçen seferki gibi. Apar topar kaçtığım kapıya gözüm ilişti. Aklımdan geçenleri okumuşçasına yalvaran bir sesle “Gitme!” dedi bana. Oysa kaçmak, gitmek, kurtulmak fikirleri ve yaşadığım ihanetler beynimi esir almışlardı. Birden fırladım yataktan  giyinip, kapının kolunu yakaladım. Bilinçsiz bir hareketle ona doğru döndüm, bir iki adım attım, zaten en fazla 5 metre uzunluğunda olan odanın dörtte ikisini kaplayan yatağın ayakucuna kadar gelmiştim. Gözlerim, gözbebeklerine bakmamaya yeminli gibi davranıyordu, sanki ben suçluymuşum gibi. Gözlerimi yumdum, içim acı doldu bir an, aniden arkamı döndüm, bir adım daha atabildim, sırtım ona dönüktü, her yerimi sancılar kaplıyordu, sanki kulağıma bir sancı girmişçesine kafamı sağa doğru eğdim. Dişlerimi gıcırdatmaya başlamıştım. Kuduz bir köpekten farkım yoktu ve hiç bir şey düşünemiyordum. Gitmek ya da kalmak fikri yok olmuştu beynimde. Duyularım körelmiş, her yanım uyuşmuştu. Dizlerimin bağları çözülmek üzereydi, midem önce yanmaya başladı, sonra kramplar girdi, patlayacak bir yanardağ gibiydi. Bu sefer akmaya teşebbüs edecek her bir militan gözyaşı için ihtarsız vur emri çıkmıştı. Yargısız infaz edilecekti. Zaten gözyaşlarımın bu dondurucu soğukta eylem yapmaya niyetleri yoktu. Tüm vücudum hareketsizlikten uyuşmuşken sinirlerim önce diz kapaklarımdan boşalmış, oradan bütün bedenime yayılmıştı, her yerim zangır zangır titriyordu. Kramplar giren midem her geçen saniyede patlamaya hazırlanıyordu, birden dayanılmaz bir bulantı hissettim… Titreme nöbetim çeneme kadar gelmişti, dişlerimin sesi tüm odayı esir almıştı, önlenemez bir hareketlilik vardı tenimin her noktasında. Birden bire
– Sana ihtiyacım var! Gitme ne olursun! Dedi. Tek kişilik yatağın ayakucu ile kapı arasında dokuduğum mekik, sonsuza kadar dönecek iki çarkın arasına bir kalas sokulmuş gibi aniden durdu. Sırtım hala ona dönüktü.
Gözlerimi açmış olmalıyım ki, buğulu da olsa bir şeyler görmeye başladım. Yavaş yavaş düşünmeye çabaladım. On beş dakika kadar daha ayakta durdum. Yapmamalıydım, dönmemeliydim yüzümü, bakmamalıydım gözlerine. Birden yanı başımdaki kırmızı sandalye dikkatimi çekti. Çalışma masasından yarım metre kadar açıkta duruyordu. Kendimi bıraktım üzerine. Ağırlığıma zar zor dayanan sandalye büyük bir gıcırtıyla esnedi. İstemsizce bacak bacak üzerine attım. O kadar gergindim ki, sağ bacağım diğer bacağımın üzerinden Fatih`in gemileri gibi yavaş yavaş kaymaya başladı. Ani bir hareketle paçamdan yakaladım. Sağ dirseğimi kırmızı sandalyenin kolçağına dayayıp, yumruğumu sıktım. Çenemi yumruğuma dayayıp, uzun bir süre düşüncelere daldım. Karşımda bir şeyler söylüyor olmalıydı dudaklarının hareketlerini görebiliyordum. Bedenim buradaydı, ama ben burada mıydım? Anılara dalmak istemiştim, ama ne kötü, nede iyi bir anımız aklıma gelmiyordu. Çenemi sıkıp duruyordum. Dudaklarımın sert bir ifade aldığını hissedebiliyordum. Kaşlarım çatıktı. Sinirliydim, takdir bekleyen bir öğrencinin karnesinde bir dersten kalmışlığı gibi. Koridorlar boşalmış, hesap soracak kimse kalmamıştı kendisinden başka. “Neden?” diye haykırıyordum, bu bir koğuşun çeyreği kadar odanın boşluğuna sessizce. Sol elimin parmakları arasından paçamı bıraktım yavaşça, kaydı ve yere düştü sağ bacağım. Ardından boştaki elimle alnımı ovuşturmaya başladım, çok geçmeden diğer elim de katıldı düşüncelerimle parmaklarımın, saçlarımın arasındaki saklambaç oyununa. Parmaklarım arıyor, düşüncelerim kaçıyordu. Tam bu sırada birden ayağa kalktım, önce ayakucuna gittim, tek kişilik somyanın ardından sağına geçtim, elektrikli radyatöre yaklaştım, buz tutan ayak parmaklarımı iyice yaklaştırdım. Biraz olsun rahatlamışken bir an boş bulundum ve hıçkırıklar akmaya başladı gözlerimden, yanaklarımı takip edip, odayı hiç boşalmayacakmış gibi doldurdu. Kendime hakim olamıyordum artık. Gözyaşlarım da beni arkamdan vurdular, toplu bir isyan girişimi ayaklanmaya dönmüştü. Uzandığı yerden doğrulmuş olacak ki, elinin bildik sıcaklığını omzumda hissettim. Ardından ensemde ve saçlarımın arasında.. Aniden büyük bir güçle sarıldı bana. Uçurumun kenarında duran beni tutmaya çalışıyordu, yukarı çekmek için bütün gücünü kullandı. Aşağı baktığımda uçurumu görüyordum. Bir zamanlar yemyeşil olan bir dağın griye dönen uçurumundan aşağıda hiç bir şey gözükmüyordu. Sis vardı. Birden son bir hareketle ona sarıldım ben de. Dakikalarca ağladık, sustuk, tekrar ağladık.

Karanlık, çürümüş pencerenin ardından gözyaşlarıyla sordu:
– Yine mi terk ediyorsun beni?
– Evet, üzgünüm. Benim evim burası.
Gururu incinmişti.
– Yine geleceksin bana!
Ben umursamazca elbiselerimi çıkartmaya başladığımda, anaç tavrına geri dönerek;
– İyi düşün, dedi bana.
– Düşünerek geldim hep senin yanına, bırak, bu sefer de düşünmek istemiyorum, dedim.
– Pekâlâ, o halde ben gidiyorum, bir daha gelmek istersen yerimi biliyorsun.
– Biliyorum, dedim gülümseyerek. Oysa ikimiz de biliyordum çok geçmeden onun yanına döneceğimi. Yalnızca oğluna kıyamayan küstahlığını, şımarıklığını hoş gören bir anne gibiydi karanlık. Biliyordu çünkü karanlığa giren asla çıkamaz.